"Haydi abbas, vakit tamam;
Akşam diyordun işte oldu akşam.
Kur bakalım çilingir soframızı;
Dinsin artık bu kalp ağrısı.
Şu ağacın gölgesinde olsun;
Tam kenarında havuzun.
Aya haber sal çıksın bu gece;
Görünsün şöyle gönlümce.
Bas kırbacı sihirli seccadeye,
Göster hükmettiğini mesafeye
Ve zamana.
Katıp tozu dumana,
Var git,
Böyle ferman etti cahit,
Al getir ilk sevgiliyi beşiktaş'tan;
Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan."
Not: Eğer efkarlıysan bi büyük içirtir aman dikkat.
"Çocukken büyük annemden dinlediğim masallardan biri, aklımda kaldığına göre, şöyleydi:
"vaktiyle, bilmem ne memlekette hüküm süren bir padişahın oğlu,
ancak rüyada gördüğü servi boylu, sırma saçlı, mavi gözlü, son derece dilber
bir kıza aşık olur; ve sevgilisini bulmak ümidiyle yollara düşer. bütün aşk
masallarında olduğu gibi başına bir sürü felâketler gelecektir. pek tabii değil
mi? aşk demek imtihan demektir. ancak serden geçip yardan geçmeyen muradına
nail olur. bereket versin, daha ilk adımı bizim sevdalı şehzadeye uğurlu gelir.
bir kuyunun yanından geçerken, takatten düşmüş, ak saçlı bir ninenin kuyudan su
çekmeğe uğraştığını görünce dayanamaz, koşar, ninenin suyunu çeker. buna son
derece memnun kalan kadıncağız, şehzadenin sırtını okşar ve saçından kopardığı
iki teli ona vererek der ki:
- oğlum, başın darda kaldığı zaman bu iki kılı birbirine çakarsın; bir
dudağı yerde, bir dudağı gökte bir arab çıkar karşına! korkmayasın. adı abbastır.
karnın mı acıkmış? "abbas!" demen kafi. derhal sana mükellef bir
sofra kurar. yırtıcı hayvanlar arasında mı kaldın? abbastan başka kimse
kurtaramaz seni. uykusuz gecelerde yarin hicran ile mi yanıyorsun? abbas ne güne
duruyor? sevgilini ne kadar uzakta olursa olsun, alıp getirir seni şad eder.
bu iki kılı iyi muhafaza et oğlum. onlar sayesinde selâmete çıkacaksın.
yedek subaylığımı yapmak üzere kıt'aya gittiğimde, bölük komutanım,
emir erimi bizzat seçmemi tembih etmişti. fakat nasıl seçersin? bölük erlerinden
hiçbirini henüz tanımıyorum ki! bölüğü içtima ettirip gözüme kestirdiğimi seçmeğe
gönlüm razı olmadı. bölük yazıcısından künye defterini istedim. şu anadolumuz
ne zengin memleket yarabbi! pütürgeli hasanlar, aksekili ömerler, akçaabatlı
hakkılar, malatyalı osmanlar, erzincanlı mehmetler, neler de neler! kim bilir,
bu anadolu uşaklarının her birinde ne cevherler vardır! yaprakları çevirmeğe
devam ederken, abbas oğlu abbas ismi gözüme ilişti. durdum, bu sahifeye daha
muhabbetle eğildim. 331 doğumlu, midyatın cobin köyünden. masaldaki abbas aklıma
geldi. içimden: "acaba?" dedim ve kendi kendime gülümsedim. vakit öğleydi.
bölük talimden dönmüş olmalıydı. nöbetçi çavuşu çağırttım, yemekten sonra,
abbas oğlu abbası bana göndermesini tembih ettim.
mahfende yemeğimi yedikten sonra, o saatte kasabanın nispeten en serin
yeri olan parka yollandım. baktım arkamdan bir er koşarak geliyor. yol
üzerindeki ilkokulun önünde durdum. geldi. mükemmel bir esas vaziyeti; kıyak
bir selâm; ve anadolu kokan, saffet hazinesi bir ses:
- emrine geldim komtanım!
hayran hayran bakmaktan kendimi alamadım. fidan gibi bir boy, yağız
bir çehre, üst dudağında hafif bir gölge, katıksız, siyah, mert gözler.
- adın ne oğlum? dedim.
- abbas oğlu abbas, komtanım!
- memleket neresi?
- vilâyet mardin, kaza midyat, köy cobin.
çakı gibi asker vallahi künyesini bir çırpıda söyleyiveriyor. yalnız
türkçesinin kıt olduğu ne kadar belli. ziyanı yok. onun bu halinde de bir şirinlik
var. tekrar soruyorum:
- sen kaç aylık abbas?
- ben ihtiyat komtanım!
âlâ! parka doğru yürüyoruz. o, solumda ve bir adım geriden geliyor.
askerlikte usul böyledir. madun, mafevkinin daima bir adım solu gerisinde
gider. peki bu aslan parçası eri nasıl emir eri yaparsın? yazık değil mi? ona
hafif makineliyi emanet etmek varken nasıl bulaşık yıkatırsın? kıt'aya gelmeden
evvel, askerliğini yapmış arkadaşlardan duymuştum, anadolu uşakları emir erliğini
pek istemezlermiş! onurlarına dokunurmuş! ve bunun için, emir erleri umumiyetle
sakatlar arasından seçilirmiş! dönüp tekrar abbasa baktım, sakata pek
benzemiyordu. parkta havızbaşının gölgeli bir yerinde oturduktan sonra, karşımda
esas vaziyetinde duran abbasa:
- sen sağlam yoksa sakat? dedim.
- ben sakat komtanım!
- ulan senin neren sakat?
sol kolunu gösterdi. anladım, çolakmış! mademki vaziyet bu merkezde,
değil mi?
- sen benim emir eri olur, abbas? dedim.
hiç kıpırdamadan:
abbas emir erim oldu. oturduğum evin aşağı kattaki odasını ona verdim.
yatağını, çantasını, torbasını ve hizmetini eve taşıdı. memnun olduğunu her
halinden seviyordum. abbas, sabahları, talim saatinden bir saat evvel beni
uyandırır, leğeni, ibriği getirir, elime su döker, sonra kahveyi pişirirdi. öğleyin
de, sefertasile tabldottan yemeğimi alır, mahfele getirirdi. ve akşamları, ben
tembih etmediğim halde, talimden sonra eve uğrayıp sivilleri giyeceğimi hesaplıyarak,
evden bir yere kımıldamazdı. söylemeğe lüzum yok, evin temizliğinden ve intizamından
o mes'uldü. vazifesini hiçbir ihtara lüzum hissettirmeden, insiyaki, belki de
otomatik bir surette yapıyordu. kendisine çok iyi muamele ettiğim halde
disiplin haricine çıktığını hatırlamıyorum. "abbas!" demem kafiydi.
sanki kayıbdan çıkar gelirdi; ve daima pürüzsüz bir esas vaziyetinde, ve daima
emre intizaren, kılı kıpırdamadan.
beni siyanet etmesini de bilirdi. onu çarşıya, jilet, mektub kağıdı
veya sigara veyahud yemiş almağa gönderdiğim zaman, hem en iyisini alır, hem de
ucuzunu almağa çalışırdı. abbas komutanına zarar gelmesini ister mi hiç? ve kırk
para artsa, getirir iade ederdi. ben söylemeden, her hafta sivillerimi bölüğün
terzisine götürür, ütületirdi. ev dışında da abbasın koruyucu kanadlarını
üstümde hissederdim.
herhangi bir şeye ihtiyacım olur diye, mahfel civarından ayrılmazdı.
akşamları parkta bile beni uzaktan kollar, hâl ve hareketlerimden bir şeye
-meselâ sigara, meselâ mendil- ihtiyacım olduğunu sezerek koşar gelir. bermutad
esas vaziyetinde ve bermutad kılı kıpırdamadan:
- buyur komtanım! derdi.
emir eri değil hızır! bu hususta subay arkadaşlar beni adeta kıskanırlardı.
ben de gülerdim. memnuniyetimden. abbasa karşı kalbim minnet ve şükranla
doluyordu.
bir yaz akşamıydı. o gün tümen komutanının huzurunda sıkı bir teftiş
vermiştik. subayı, eri, hep beraber, bir hayli ter dökmüştük. eve, pestilim çıkmış
bir halde dönüyordum. bir kırk dokuzluk çekmeden bu yorgunluğu çıkarmağa imkan
yoktu. aşağı odada, söküklerini dikmekle meşgul emir erime seslendim.
- abbas!
tahta döşemede kalın ve ağır bir postal sesi! merdivenlerden hızla çıkıyor.
işte karşımda:
- buyur komtanım!
- al şu iki buçuk lirayı. bana bir 85'lik (o zaman kırk dokuzluk ancak
85 kuruş olmuştu.) şaban ustadan pişkin bir kebab, güzel bir domates ve hiyar
salatası ve yoğurdu bol bir patlıcan kızartması. haydi bakalım marrrş!
- başüstüne komtanım!
sol ayağı üzerinde tam bir dönüş yaptı ve çıktı.
hava kararmak üzereydi. az sonra minareleri fabrika bacalarından ayırd
etmek mümkün olmıyacaktı. kerahat vakti çoktan gelmiş sayılırdı. bereket versin
abbas eli çabuk kişidir. bir çeyrekte döndü. masanın üzerine günü geçmiş bir
gazete yayarak nevaleyi düzdü. baktım buz da almış. emir eri dediğin böyle
olur. sırtını okşamaktan kendimi alamadım:
- aferin be abbas!
memnuniyeti sesinde bir:
- sağol komtanım! çekti.
az sonra da şiş kebabını getiriyordu. buzlu rakıdan bir yudum; sonra
çatalını şişkebab, patlıcan kızartması ve salata tabaklarında şöyle bir dolaştırıver!
ve arkasından çek birinci nevi sigaradan bol bir nefes! ve kaldır başını, bak
gökyüzüne! oh! yıldızlı bir yaz gecesidir. rüzgâr da çıktı. bir fransız şairinin,
ölümden sonra yaşamak hasretini anlatan o canım şiirini mırıldanıyorum:
"yeryüzünde olduğumuz o unutulmaz zamanlardı!... iih..."
abbasla konuşmak istedi canım. aşağı doğru seslendim. meğer o, belki
bir şeye ihtiyacım olur diye, kapı arkasında bekliyormuş! hay allah senden razı
olsun!
abbasa:
- otur! dedim.
utandı, kızardı, süklüm, püklüm oldu, fakat oturmadı. bir erin komtanı
karşısında oturmıyacağını abbas pek iyi bilirdi. ben de israr etmedim. yalnız,
rahata geçmesini söyledim. geçti rahata. kadehimden bir yudum alarak:
- abbas! dedim.
- buyur komtanım!
- askerlik nasıl?
- çok iyi komtanım!
- memleketten mektup geliyor?
- yoh komtanım!
- niye ulan?
- ben de yazmıyor komtanım!
- sen niye yazmıyor abbas? köyde senin karı var, çoluk çocuk var. sen
merak etmez hiç?
- ben merak eder, eder komtanım! ben yazdı beş ay var. cevab yoh. şimdilik
bende yazmıyor komtanım!
hakkı var abbasın! ara beni, arıyayım seni!
bahsi değiştirdim:
- sen beni seviyor abbas.
- helbet seviyor komtanım!
- e... niye seviyor?
- sen iyi komtanım! (elile kalbini göstererek), sende kalb temiz
komtanım!
hoşuma gitti. emir eri tarafından sevilmek bir subay için büyük
mazhariyet ve bahtiyarlıktır. dayanamadım:
- yaşa be abbas!
- sağol komtanım!
abbasla böyle muhabbet ederken bir yandan da kadeh üstüne kadeh yuvarlıyordum.
bir ara, istanbul gözümde tüttü. istanbul ve ilk sevgilim! gençliğimin en güzel
günleri! şehzadeliğim tuttu, abbastan medet ummak sevdasına düştüm.
abbasa:
- sen istanbulu bilir? dedim.
beni ne derece memnun ettiğinin farkında olmıyarak:
- bilir komtanım! dedi.
- sen beşiktaş gördü?
- gördü komtanım! ben muvazzaf yaptı orhaniye kışla.
- ben seni istanbula göndersem gider?
benimle eğleniyor musun komtanım gibilerinden yüzüme baktı. ona
emniyet telkin etmek için:
- yarın alay komtanından izin alır, seni istanbula yollar abbas!
- beni kimse yok istanbul, komtanım!
- beni kimse var abbas! sen gidecek istanbula!
- baş üstüne komtanım!
- istanbula gitti. karaköy var. sen biliyor?
- biliyor komtanım!
- sen tramvay binecek, beşiktaş inecek, ben sana adres verecek. orda
var bir kız, beni sevgili. ben onu çok seviyor abbas! sen kaçıracak o kız,
getirecek bana!
abbasda karısını komşu köylerinden birinden kaçırmıştı. beni anlıyabilirdi.
hem anlamasa, değil mi ki komutanı idim, emrediyordum, dinlemesi lâzımdı. o
askerliğin bu tarafını da bilirdi. nitekim:
- baş üstüne komtanım! dedi.
ertesi sabah, bermutad abbas beni uyandırdı. kahvemi içtim, giyindim.
tam sokak kapısından çıkarken gözüm odasına ilişti. baktım abbasta bir yol hazırlığı
var. halbuki ben unutmuştum bile! meğersem o, istanbul seyahatini -hatta belki
kız kaçırma teşebbüsünü bile- ciddiye almıştı.
keyfi kaçmasın diye mi yoksa kendimi bile bile aldatmak için mi
bilmiyorum, ona:
- abbas! dedim.
- buyur komtanım!
- bu ne abbas?
- ben istanbul gidiyor. sen söyledi komtanım!
- sen beni sevgili getirecek?
- helbet getirecek komtanım!
akmıyacak
cinsten yaşlar toplandı gözümde! elimle sırtını okşadım ve bir şey ilâve
etmeden kapıyı çekip sokağa fırladım. yolda düşünüyordum: "canım abbas!
hayırlısile şu dünya vaziyeti bir düzelse de, seni memleketine, tarlana, çiftliğinin
çubuğunun başına, çoluk çocuğunun yanına göndersek! bana gelince, tıpkı o şehzade
gibi, birbirine çaktım mı, "lebbek sultanım!" diye gaibden çıkıveren
abbas benim neme yetmez!"
Cumhuriyet (1944)
Cumhuriyet (1944)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder